Hassassiyeti

Hassassiyeti


Cahit Sıtkı'nın son derece hassas bir kalbi oldu­ğundan şüphe yok. Kendisi de bu durumun farkındadır. "Ne de olsa mizacımın esaslı unsuru hassasiyettir. der. Dostları ve yakın arkadaşları onun sık sık küçük hadiseler karşısında nasıl ağladığına şahit olmuşlardır.


Ilıca'da askerlik görevini yapmakta iken 1942 yılı Ara­lık ayının son günü yılbaşını geçirmek üzere Edremit'e giden Cahit,  1943 yılının ilk günü kendini Tophane rıhtımında bulur.


İçinde ilk gençlik yıllarını yaşadığı İstanbul'a, arkadaşla­rına karşı derin bir hasret vardır. Beyoğlu'nu yaya olarak fethe  karar verir ve;


"Nihayet işte Beyoğlu: Bizim cadde, gençliğimin en serazad senelerini kâh sefil, kâh ulvî bir hayat yasayarak geçirdiğim, her meyhanesinde başka bir adam olarak göründüğüm bu ihtiraslar, sefaletler, sefahatler ve fahişeler mahallesi, ışığın, kalaba­lığın,  hareketin, hayatla ölümün kolkola dolaştığı istiklâl Caddesi; keyifle ve olur olmaz şeyler ha­tırlayarak, olur olmaz tesadüfler tahayyül ederek yürüyorum."

dediği Beyoğlu... O geceyi halasının Ayazpaşa'daki evinde ge­çiren Cahit, ertesi günü doğruca Beşiktaş'a gider. Yıldız'ı, eski Mülkiye mektebi civarını, simdi park olmuş olan eski Abbasağa mezarlığının çevresini derin bir melâl içinde dolaşır ve intihalarını şu cümlelerle ifade eder:

"Yerli yerinde olan şeyler var, fakat ya olmayan­lar! Ben hem mevcut hem namevcuttum. Sık sık göz­lerim yasardı."

işte bu göz yaşaması, Cahit'te sıkça görülen bir durumdur ve şâirin ruhundan feveran eden zaptedilmez duyguların tezahürü­dür. Arkadaşlarının başkalarını rahatsız edecek münakaşaları­nın bile Cahit'i nasıl ağlattığını Baki Süha söyle anlatıyor:

"Şükran meyhanesi, hepimiz için hem ucuz bir din­lenme yeri oluyor hem de şiirlerimizi, hikâyeleri­mizi orada okuyor, tartışıyor bazan sert, bazan tatlı sohbetler ediyorduk. İçimizde sert, kavgacı mizaçlı arkadaşlar da vardı. Onları bir kaç kadeh­ten sonra idare etmek bazan çok zor oluyordu. Ca­hit'in böyle sert, sonu tatsızlıkla bitecek tar­tışmalarda hiç sesi çıkmaz, usulcacık kadehini yu­dumlar, bazan lâfa karışarak tarafları sükûnete davet eder, çok üzüldüğünü, meyhanenin diğer müş­terilerini rahatsız ettiğimizi yumuşak, hatta yal­varan bir sesle arkadaşlara hatırlatırdı.

Bir akşam iki şâir arkadaş yeni çıkmakta olan bir dergi yüzünden uzun uzun tartıştıktan sonra işi azıttılar, hafiften başlayan hakaretler küfürleşme­ye kadar vardı. Nerede ise yumruklaşacaklardı. Bir ara baktım masanın bir köşesine büzülmüş olan Ca­hit sessizce ağlıyordu. Bir fırsat bulup kavgacı şâirlere işaret ederek Cahit'in gözyaşlarını gös­terdim. Her ikisi de bir anda sustu. Bir iki daki­ka sonra mendilini çıkararak gözlerini silen Cahit söyle konuştu:

-Ne kadar üzülüyorum, ne kadar bilemezsiniz? Paylaşamadığınız ne var bu dünyada... Ayıp değil mi ca­nım. .. Şâir insanlara yakışır mı böyle münakaşalar etmek?

Bunları söyledikten sonra yine dolup dolup boşalı­yor, tekrar ağlıyordu. Kavgacı şâirler bir aralık kendi konularını unutmuşlar,  Cahit'i  teselli etme­ğe başlamışlardı.

Ya telaş içinde gördüğü dostlarının haline bakıp döktü­ğü gözyaşlarına ne demeli?  Bedri Rahmi Eyüboğlu anlatıyor:

"1943-1944 senelerinde idi. Ankara’da bir resim sergisi açmağa hazırlanıyorduk. Davetiyeler bası­lıp gönderilmiş» ertesi günü sergi açılacak ama resimler henüz çerçevelenmemiş. Ankara'daki ağa­beyimin küçücük evi tepeleme resim çerçevesi dol­muş. Kırk elli tane kocaman hantal çerçeve on iki saat içinde boyanacak, camları, kartonları, hal­kaları, sicimleri takılacak ertesi gün açılacak sergi salonuna asılacak. O eyyam Ankara'da ağabe­yimin küçücük evinde ne büyük dostluklar bağlan­mış. ne güzel, ne tadına doyulmaz sanat sohbetle­ri uzayıp gitmişti. Orhan Veli ile Cahit hemen hemen her gün burada idiler. Gündüz uğramazlarsa akşamları, gecenin herhangi bir saatinde çat kapı gelirlerdi.

Ama biz camlarımız, çerçevelerimiz, kartonlarımız­la minicik evi öylesine kaplamıştık ki, resimden edebiyata pek yer kalmamıştı.

Mutfakta Eren tutkal kaynatıyor, boya hazırlıyor, ben de kocaman fırçalarla habire çerçeve boyuyo­rum. İşimiz öylesine öldüresiye yorucu bir iş de­ğildi. Fakat hem yerimiz dardı, hem de vaktimiz.  Bu yüzden olacak ağzımızı bıçak açmıyordu.

Vakit gece yarısını geçmişti, üstümüz basımız, yü­zümüz gözümüz boya içinde çalışırken kapının eşi­ğinde yüzünün yarısı aydınlıkta birisinin bizi dik­katle seyre daldığını gördüm. Birden tanımadım. O da benim kendisini fark ettiğimi görmedi. Dikkatle bakınca Cahit Sıtkı'yı gördüm. Gözlerinden yaşlar boşanıyordu. Bu yasları silmiyor, gözleri tutkal çanağına yapışmış kalmış.

-Hoş geldin reis! Hadi sana da bir fırça verelim giriş. Bu gördüğün hengâme yarın sabaha kadar hazır olacak da sergiye yetişecek.

Bu tatlı gözyaşlarını ona bizim halimizin döktüre­ceği aklıma gelmemişti. Kim bilir nereye ne için efkârlanmıştı. Cahit hiç telaş etmeden kravatının düğümünü düzeltircesine gözyaşlarını elinin tersi ile sildi:

-Ben fırça sürmesini beceremem ki! dedi. Yahu yarım saattir, kapının şurasında sizleri seyrediyorum öy­le dalmışsınız ki geldiğimi duymadınız bile. Bu ne belâlı iş böyle? Çerçevelerinizi hep siz kendiniz mi hazırlarsınız?

-Reis bunları boyamak çocuk oyuncağı. En belâlısı ne biliyor musun? Bunların camlarını takmak. Bir belâlı ağaca rastlarsan çat! Gitti bir cam. Sonra bunları sergiye taşımak, klasik şoför kavgaları. Bir de bakarsın on resimden ikisinin camı sizlere ömür.

Bizimki yeniden tatlı tatlı ağlamaya başlamaz mı? Neredeyse ben de isi gücü bırakıp onunla ağlaya­caktım. Kendi halimizle değil de onun başkalarının derdi ile dertlenen, başkalarının tasası ile tasa­lanan içli, candan haline. Bu gözyaşları, bazan da şâirin sevdiği şiir kahramanla­rı için dökülür. Yine Bedri Rahmi Cahit'in söyle dediğini nakleder.

"Bir başka gece yarısı. Ne gece yarısı sabahın dör­düne beşine doğru onu evine götürdüm. Güç belâ adım atabiliyor, ikide bir duruyor. Kırık dökük mısralar mırıldanıyordu. Bir ara:

-Dur, dedi. Simdi hatırladım, su senin kırk odalı konaktaki küçük kız; Bir bayram sabahı En güzel urbalarını giydirdiler Saçlarını badem yağıyla sımsıkı taradılar Onu çok güzel bir yere götüreceklerdi , unuttular.

-O küçük kız yok mu, o küçük kız. Ben onu öyle tanı­yor, öyle seviyor, ona öyle acıyorum ki... Ne zaman okusam gözlerim dolar."

Bütün bu örnekleri çoğaltmak mümkündür. Ancak su bir kaç anı bile Cahit'in ne ölçüde ince ruhlu duygu yüklü olduğunu görmemize yetecektir. Ancak bir husus daha var ki değinmeden geçemeyeceğiz: O da Cahit'in duygu yüklü şiirleri ile kendinden sonra yetişenler üzerinde uyandırdığı tesirlerdir, iste bunlardan biri;


"Yücel’de beni kendine bağlayan, duyarlılığıyla kalbimi mayalı hamur gibi kabartan, başka iklimlere götüren ozan Cahit Sıtkı'ydı... Değişik ez­gili bir tadı vardı Cahit Sıtkı'nın.  Duyarlık dizelerinde elle tutulacak kadar belliydi. Hecenin kulağı yoran sesi onda daha yumuşuyor, kafiye ruh gibi bir şey oluyordu. "Obsession"u her okuyuşumda yeni bir tılsımlı odaya girmiş gibi oluyordum.  O gene bir sihirbazdı..."

Hassassiyeti
4/ 5
Oleh
Blogger tarafından desteklenmektedir.

Latest Post

Technology

Lifestyle

Sports

Gallery

Random Posts

Business

Popular Posts

About US